Çaykara-Dernekpazarı Kültür Ve Dayanışma Derneği
Çaykara ve Dernekpazarı için; büyük fedekarlıklar yapmışlardır. Yöre için, özellikle; eğitim konusunda hiçbir fedakârlıktan kaçınmadılar. Çok cömert davrandılar.
Çaykara denince, akla ilk önce göç geliyor. Dalları fırtınada kopmuş bir ağaç gibi, her dalımız bir sınır boyunda, her yaprağımız bütün dünyaya savrulmuş. Bazen yoksulluktan, bazen afetlerden yaşanan hüzünlü göçler Solaklı Coğrafyasında yaşayanların kaderi olmuşçasına gurbet yollarına düştük.
Hayatımızda çok önemli yer tutan, olmazsa olmaz dediğimiz, örf, adet ve gelenekler, yaşantımızın zorluklarından olsa gerek; her gün biraz daha azalarak, yok olmaya başladı. Bir milletin millet olabilmesi, varlığını devam ettirebilmesi; dinine, diline, tarihine, kültürüne, gelenek ve göreneklerine bağlı kalmakla mümkün olur.
Örflere karşı çıkma, kimi toplumlarda yasaya karşı çıkmayla bir tutulur; hatta zaman zaman yasaların da üstünde tutularak katı ve bağışlanmayan bir tutumla birey cezalandırılır. Bizim ülkemizde bu tip uygulamalar yok gibidir. Özellikle doğu ile batı kültürü arasına sıkışmış bir toplum haline geldik. İki kültür arasında örf, adet ve geleneklerimizi sürdürebilmek çok zor olsa gerek.
Gelenek, geçmiş kuşaklardan günümüze kadar gelmiş, yaşatıldığı toplum bireyleri arasında kuvvetli bir bağ oluşturmuş veya o toplulukta eskiden kalmış olmaları sebebiyle saygı duyulup kuşaktan kuşağa aktarılan kültürel harekettir. Özellikle Çaykara insanının sürekli göç vermesi, gittikleri yerlerdeki yaşama ayak uydurması, teknolojinin hızlı bir şekilde ilerlemesi bazı adetlerin yok olmasına neden oldu. Keşke teknolojinin nimetleri bazı değerlerimizi bizden alıp götürmeseydi. Tüm güzellikler bir arada yaşanabilseydi. Ama her şeyin bir bedeli olduğu gibi refahında bir bedeli olsa gerek. Özellikle Çaykara’da kalanlar tarafından geçmişte yaşanan birçok gelenek ve görenek terk edilmiş, günümüzde şehirlerdeki yaşamın devamı haline dönüşmüştür. Burada sorgulamamız gereken en önemli durum, ilçemizde yaşayanların bile örf ve adetlerden neden uzaklaştığıdır.
Aydını çoğalan, eğitim yüzdesi çok ileri düzeyde olan, kitle iletişim araçlarının yaygınlaştığı bir ilçe olarak, diğer yörelere göre örf ve adetlerini koruyarak geldiğimiz noktanın neresindeyiz? Her birey kendisine bu soruyu sormalı. İçinde yetiştiğimiz bu kültür ortamı bize hangi olumlu hangi olumsuz özellikleri kazandırdı? Onu geliştirmek için bireysel olarak ne kattık ne kaybettirdik? Bunları sorgulama, irdelemenin öncelikli görev olduğuna inanıyorum. Ayrıca geçmişte yaşayan büyüklerimizin yaşadıkları dönemlerdeki huzur ve mutluluk günümüzde yaşanıyor mu? Etrafımıza bakarak bunu çok iyi analiz edebiliriz. Bence günümüzde insanlar mutlu ve huzurlu değiller. Geçmişte bir arada yaşamanın ve paylaşmanın verdiği huzuru günümüzde nerde bulabiliriz? Göç ettiğimiz şehirlerde, aynı apartmanlarda yaşadığımız farklı kültürlerden gelen insanlarımızla ne kadar selamlaşıp paylaşımcı olabiliyoruz?
Geçmişte Çaykara’da yaşarken, komşuluk ilişkilerimizi pekiştiren, kalplerimizi birbirine ısındıran paylaşmanın had safhada olduğu, geleneğimizin daha yüzyıllarca devam etmesini çok isterdim. Çünkü toplumları toplum yapan öz değerleri, gelenek ve görenekleridir. İnsanların birbirlerine olan sıcak ilişkileri, samimiyetleri ve iyi davranışları bizlerin huzur içinde yaşamasının etkenleridir. Günümüz insanının birbirleriyle olan ihtirasları, menfaate dayalı ilişkileri, her şeye maddiyatla yaklaşımı huzurumuzu ve mutluluğumuzu alıp götürdü. İnsanlar arasında kültüre bakış açısı değiştikçe birbirimize farklı bir gözle bakmaya başladık. Her olaya ve olup bitene kendi penceremizle bakarak, doğruyu bulma noktasında büyük sıkıntılar yaşamaya başladık. En önemlisi, olmazsa olmazlar arasında yer alan, birbirimize karşı hoşgörümüzü kaybettik. Birlikte yaşamanın geçmişte verdiği mutluluğu bırakıp egomuzu tatmin ederek dünya nimetlerine daldık.
“Eğer sağlıklıysak ve geçinecek kadar bir gelirimiz varsa hepimiz mutlu olabiliriz. Mutlu olmak için kimseye ihtiyacımız yok” demeyin. Mutluluk, insanlar arasında karşılıklı sevgi ve şefkat ilişkileri içinde yaşanan bir duygu. Daha çok para sahibi olmak, daha iyi bir hayat yaşamak mutlu olmak anlamına gelmiyor. İnsanlar en büyük mutluluğu ve sevgiyi etrafındaki insanlarla olan paylaşımlarıyla bulur.
Bu dünyada zengin olmaya değil, sevgi ve şefkati paylaşacak insanlara ihtiyacımız var. Bir komşuya, bir arkadaşa ve dostlara ihtiyacımız var. Çevremizdeki insanlarla sohbete ihtiyacımız var. Onlarla bu hayatı paylaşmaya ihtiyacımız var. Şayet bunu başarabilirsek inanın bu dünyada en mutlu hayatı yaşamış olur ve gelecek nesillere örnek oluruz. Öyle bir ortamda yaşıyoruz ki; on beş-yirmi yaşlarına gelmiş bazı çocukların amcalarını ve en yakın akrabalarını tanımadığı bir durumla karşı karşıyayız. En önemli değerlerimizi unutup, dünya âlemine dalmışız.
Bu tür olayların ekonomiden kaynaklandığını asla inanmıyorum. İnsani değerlerimizi gün geçtikçe kaybetmeye devam ediyoruz. Bizleri birbirimizle bağlayan dini bayramların önemini unutmuşuz. Dünya coğrafyasına dağılmış Çaykaralıların bir araya gelmeleri zorlaşmış olabilir. Ama birbirimizi arayıp gönül almamıza, hal hatır sormamıza, günümüzde gelişen teknoloji ve iletişim araçları büyük kolaylıklar sağlıyor. En azından bir telefon açıp hal hatır sormayı birbirimize çok görüyoruz.
Zorunlu nedenlerden dolayı ilçemizden toplu olarak göç eden Çaykara insanı, çalışkan ve üretken olmaları sebebiyle gittikleri yerlerde yeni bir Çaykara inşa etmekten geri kalmadı. Buna paralel olarak örf, adet ve geleneklerimizi bir nebzede olsa yaşamaya devam ettirdi. Bunlardan Van-Özalp Emek ve Dönerdere köyleri, Hatay-Kırıkhan ile Gökçeada’ya göç edenler, kendi kültürlerini ve yaşam tarzlarını bireysel göç edenlerden farklı olarak az da olsa korudu.
Bütün bunlardan hareketle, Çaykaramızda yok olmaya yüz tutmuş örf, adet, gelenek ve göreneklerimizin unutulmaması için bunların gençlere tekrar hatırlatılmasının ve geçmişte yaşanan örneklerle geleceklerine bir köprü kurmalarının sağlanmasının önemli olduğunu ifade etmek isterim.
Özellikle benim çocukluğumun geçtiği Çaykara’da yaşanan gelenek ve göreneklerimizin bazıları gözlerimin önüne geldikçe inanın içimi bir hüzün kaplıyor.
Hayatın her anlamında zor yükün altına giren, yayladan köye, köyden yaylaya, gün ağarmadan, kilometrelerce yolda, kendilerinden ağır bir yükü sırtında taşıyan analarımızı ve bacılarımızı nasıl unuturum?
Ahırdaki hayvanları kışın üşümesin diye, kilometrelerce uzaklıktan kurumuş ağaç yaprakları taşıyanları nasıl unuturum.
Yaylalarda ve mezralarımızda kesilen otların kurutulması sonrasında, sırtında taşımada çile çeken elleri öpülesi analarımızı ve bacılarımızı nasıl unuturum?
Ektiği yamaç tarlasında, alacağı ürünlerin kendisine hiçbir faydası olmayacağını bile bile, her yıl aşağıdaki toprağı sırtında taşıyarak tarlanın üst kısmına taşıyanları nasıl unuturum?
Yakacak odununu gerek köylerimizde, gerekse yaylalarımızda, çok uzaklarda bulunan ormanlardan yaparak sırtlarında eve getirenleri nasıl unuturum?
Tek başına yapılamayacak olan tarla işlerini ve mısırların soyulmasını, köylülerin imece usulü ile bir araya gelip yaparak paylaşımcılığın ne olduğunu göstermelerini nasıl unuturum?
Köylerimizde yapılan düğünleri, yenilen yemekleri, gelinin kız evinden çıkarken atılan silah seslerini ve kaval eşliğinde oynanan Çaykara halk oyunlarını nasıl unuturum?
Çocuğunu bakacak kimsesi olmadığı için kucağında çocuğu, sırtında onlarca kilo yükle yol giden gelinlerin cefakârca çalıştıklarını nasıl unuturum?
Hac farizasını yerine getirenlerin gitmeden yedi gün önce ve geldikten sonra yedi gün boyunca yemek vermelerini nasıl unuturum?
Kadınlarımızın, sepetlerine yükledikleri hayvan gübresini çok uzakta tarlalara taşımalarını ve bu durumdan hiç şikâyetçi olmadıklarını nasıl unuturum?
Analarımızın sırtlarına aldıkları mısır ile su değirmenlerine giderek mısır unu ve korkot (yarma) yapıp eve dönmelerini, yıllara ve teknolojiye meydan okuyan değirmenlerin mimari güzelliklerini nasıl unuturum?
Bayramlarda en güzel elbiselerimizi giyip bayram namazından sonra büyüklerimizle bayramlaşmayı, akraba ve komşuları ziyaret ederek onlardan bayram şekeri almayı, mezarlara gidip Kur’an okumayı, bugünkü kadar küslük, dargınlık ve kırgınlıklar yaygın olmasa da, en azından köyde hatırı sayılır büyüklerin araya girmesiyle dargınlıkların giderilmesini nasıl unuturum?
Kalandar gecelerini ve yöremizde erkek türkücülerin birbiriyle, kadın türkücülerin birbiriyle yaptıkları karşılıklı atışmaları ve söylenen türküleri nasıl unuturum?
Nenelerimizin kendirden yaptığı iplikleri ve forotiko ile tezgâhlarda ürettikleri bezlerle yapılan giysiler nasıl unuturum?
Çaykara’nın birçok köyünden Çaykara’da okumak için yürüyerek gidip gelen öğrencileri ve onların parasızlık içinde, bazen aç kalmalarını, bazen de çeyrek ekmeği kuru kuru nasıl yediklerini nasıl unuturum?
Elektriğin olmadığı zamanda, versiyonları “idare lambası” olarak piyasaya çıkıp, daha sonra, “yedi ve ondört numara şişeli lamba” olarak varlıklarını uzun yıllar devam ettiren, özellikle öğrencilik yıllarımızda bir sofranın ortasına koyup ders çalıştığımız gaz lambasını nasıl unuturum?
Özellikle yaya olarak çıkılan yayla yolculuklarında yol kenarlarında oluşturulan horon düzlerinde erkekli-kızlı horon oynamaları nasıl unuturum?
Yaylalarda erkekli kızlı gençlerin her akşam bir yerde toplanıp çeşitli oyunlar oynadıklarını nasıl unuturum?
Çaykara’da ve yaylalarda düzenlenen futbol turnuvalarının, geniş katılımlı seyirci kitleleriyle iddialı ve heyecanlı geçmesini nasıl unuturum?
Aşık Mustafa Bal’ın o güzel yorumlarıyla kâğıda yazılan destanların Çaykara’da halka dağıtıldığını nasıl unuturum?
Köylerimizde imamlık yapan hocalara her gün sırayla bir köylü tarafından yemek hazırlanıp camiye getirilmesini nasıl unuturum?
Gençliğimizde köylerimizin alt kesimlerinde, yaylalardaki ırmaklarda göller yaparak oralarda yüzdüğümüzü nasıl unuturum?
Yaylalarda kalabalık guruplarla, çimenlerin üstünde oynadığımız “Çalika” oyununu nasıl unuturum?
Solaklı deresinde, yaylalarımızın derelerinde teneke dolusu alabalık tutmayı nasıl unuturum?
Yıllar geçtikçe zamana bağlı olarak yemek kültürümüzde değişime uğradı. Doğal besin kaynakları artık yerini GDO’lu gıdalara bıraktı ne yazık ki. Su değirmeninde öğütülmüş undan yapılan kuymak, hiçbir katkı maddesi bulunmayan süt ve süt ürünlerinden yapılmış, yaylaların bin bir çeşit çiçeklerinin kokularının mis gibi nakşedildiği yayla peyniri, tereyağı; mısır çorbası, lahana çorbası, lahana sarması, karalahana yemeği, mıhlama, mısır ekmeği ile tereyağının ortak ürünü olan cumur, haşil, korkot çorbası, bezergenaşı, kuymak ile ateş altında pişirilen ekmeğini nasıl unuturum?
O dönemin ustalarını, bir kişi üste, biride altta olacak şekilde hızar çekmeyi, yöreye uygun yapılan ahşap evlerin inşası bittikten sonra eve boynuz asmayı, hayvanların yiyecekleri kuru otların konulduğu mereklerin, hartama ile örtülmesini nasıl unuturum?
Evi yanan kişilere toplanan paralarla nasıl evlerin yeniden inşa edildiğini, bu müthiş dayanışmayı ömrüm boyunca ben nasıl unuturum?
Köylerimizde ve bazı yaylalarda kiremit ocaklarıyla tuğla ve kiremidin üretildiğini nasıl unuturum?
Tarlalarımızın imece usulü ile coşku içinde türkülerle bellendiğini nasıl unuturum?
Sırtında yıllarca iki büklüm yük taşıyan eli öpülecek yaşlı analarımızı nasıl unuturum?
Peşko denen sobalarımızı. Dışarıda bardaktan boşalırcasına yağmur yağarken, saçlardan gelen seslerin altında, kuzinenin sıcaklığında uyumanın güzelliğini nasıl unuturum?
Yayıkla tereyağı yapmayı, yapılan tereyağının tadı ve lezzetini nasıl unuturum?
İlkbaharda karlar erimeye başlayınca erkeklerin yaylaya gidip evlerini kontrol etmesini. Evlerin kardan, rüzgârdan bozulan, kırılan yerlerini, tamir etmesini, ardından köy muhtarlığı tarafından belirlenen bir günde, toplu olarak inekleri önlerine alarak, özellikle analarımız ile genç kızlarımızın sırtlarında ağır yüklerle kilometrelerce yolu yaya olarak yaylaya çıkışları nasıl unuturum?
Geçmişimizi unutmadan, geleceğimize umutla yürüyebilmek dileğimle…..
Tüm Çaykaralılara selam ve sevgilerimi sunuyorum…